Kadıköy otobüs duraklarının yeri değişmiş. Sabahın köründe, tam da vapura yetişmek üzereyken ve yola çıkma saatini, her zaman kullandığım yol olduğu için, ucu ucuna ayarlamışken öğreniyorum durakların yerinin değiştiğini. Zaten uykuya açım, omuzumda ağır bir çanta var, üstüne üstlük bir de ayakta yolculuk yapıyorum ve birden bire şöför direksiyonu sola kırması gerekirken sağa kırıyor. Otobüste bir panik başlıyor tabii. “Şöför bey neden bu yöne döndünüz?” sesleri yükselirken şöför abimiz istifini bozmadan gayet kısa ve öz olarak “durakların yeri değişti” diyor. Bu, abiden duyduğum ilk ve son sözler oluyor. Yolcuların asla susmamalarına, sürekli soru sormalarına rağmen şöför, tek cevap hakkı varmış ve onu da biraz önce kullanmışcasına “tıp oyununu” kararlılıkla sürdürüyor.
Neyse efendim, ben tabii hemen saatime bakıyorum. Eyvahlar olsun! Vapurun kalkmasına altı dakika var. Şöför inat etti kapıları açmıyor, illa durağa kadar bizi de yanında istiyor. Durağa gelmemize 50 metre ya var, ya yok fakat o da ne! Kırmızı ışığa yakalanıyoruz.
“Eeeeh, sen de abartma canım” demeyin. Vallahi de billahi de oldu bunlar. Hani her şey üst üste gelir ya hep.. Tıpkı durakta otobüs beklerken size uymayan tüm numaraların üst üste defalarca gelmesi, ama beklediğiniz numaranın bir türlü gelmemesi hali gibi. Bu durumu aranızda yaşamayan var mıdır ki? Zira varsa cidden hüsrana uğrayacağım. Çünkü, bu durumun, her insanın şu hayatta belirli aralıklarla yaşaması gereken bir zorunluluk olduğuna inanarak geldim ben, bu yaşa kadar. Diğer türlü bana has bir uğursuzluk olduğunu düşünmem gerekiyordu. Ki hayata 1-0 geriden başlamış olmayı kaldıramayacağımı bildiğimden kelli, evrenin, insanların sabrını sınadığı bir sınav olduğunu düşünmeyi tercih ettim hep. Aslında doğanın bizi (hayır, beni değil bizi işte!) sınadığını düşündüğüm daha çok olay var amma velakin hikayeme, daha fazla sulandırmadan , geri dönüyorum.
Nihayet durağa vardık ve kapılar açıldı. Ben tabii depara geçtim. Saatime bakıyorum son üç dakika. Orta okul zamanında atletizm ile ilgilenmiştim, 100 metre koşucusu idim. O günlerim geliyor aklıma. “Yapabilirsin Ceren” diyorum, “başarabilirsin!”. Hemen küçüklüğümden beri oynadığım oyunu oynamaya başlıyorum içimden. “Eğer bunu başarırsam her şeyi yaparım şu hayatta”. “Haydi tabana kuvvet” diyip daha da hızlanıyorum. Etrafta benden başka koşan da yok. Herkes bana bakıyormuş gibi geliyor. Psikolojim iyice bozuluyor ama çaktırmıyor, koşmaya devam ediyorum. Kulağımdaki kulaklıklardan müzik sesleri yükselirken ben iyiden iyiye havaya giriyorum, aklımdan içinde koşu sahnesi olan tüm filmler geçiyor. Başrolde tabii ki ben varım. İskeleye yaklaştıkça nefes sesim sanki tüm evrende yankılanıyormuş gibi geliyor. Ama pes etmek yok, hızımı biraz daha artırıyorum.
Ve nihayet gişelerdeyim! İskele görevlisi vapura açılan kapıları kapatıyor. Akbilimi çıkarıyorum cebimden, “di-diiit” sesini duymamla beraber var gücümle (ve de son gücümle) koşuyorum tekrar. Ve geçtim! Evet artık vapurdayım. Saçım başım dağılmış, terlemişim, bitik durumdayım ama başardım işte, kaçırmadım!
Yukarıya çıkıyorum 1 YTL’lik portakal sularından ısmarlıyorum kendime. Sonra dışarı çıkıp atıyorum kendimi banklardan birine. Karşımda Kız Kulesi..Güneş hafiften ısıtıyor, martı sesleri ve önümde mas mavi bir deniz.. MP3 çalarıma sarılıyorum hemen. Travis’den “Flowers in the Window”u açıyorum. Ve evet, “yaşamak güzel şey” diyorum kendi kendime. Zor zamanlar var, kötü anılar istemesek de beynimizin bir köşesine yer ediyor, ya da değiştiremeyeceğimiz bir geçmişe de sahip olabiliriz. Ama hayat devam ediyor ya..Gerisi kolay. Bazen gerçekten de küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek gerek. Ki bu lafla az dalga geçmemişimdir zamanında! Ama bilmek lazım ve tadını çıkarmak elimizden geldiğince hayatın..
Yorum Yapın